Hüseyin Top - Savaştepe
|
Hüseyin Top (Fotoğraf vefatından on gün önce çekilmiştir. Kaynak: Erdinç Ertürk) |
Erdinç Ertürk'ün 18.06.2014 tarihli e-postası:
Merhaba,
Yürekleri
yakan o vahim kazada (!) bizde canımızdan bir parçayı toprağa verdik.
Eşimin kardeşi benimde kendime öz kardeş bildiğim Hüseyin Top iki
evladını ve bizleri geride bırakarak hakka yürüdü.
Hüseyin'e
ulaşmak için eşimle birlikte verdiğimiz mücadele ve o esnada
yapabildiğim gözlemleri biraz da rahatlamak için kaleme aldım. Ekte
bilgi amaçlı size de gönderiyorum. Yazı biraz uzun , ama anlatmaya
çalıştıklarımın eksiği vardır, mübalağası yoktur.
Kayınbiraderim,kardeşim
Hüseyin Top isminin altında bu yazının bulunması site ile birlikte
hatıraların canlı kalması bakımından önemli diye düşündük.
Konuya olan duyarlılığınız ve göstereceğiniz ilgi nedeni ile size teşekkür ediyorum.
Erdinç ERTÜRK
Hüseyin'in eniştesi / Eskişehir
Erdinç Ertürk'ün gönderdiği yazı:
İliklere
kadar işleyen kuru ayazın el ayak morarttığı 2000 yılının kasım sabahı tanıştım ilk onunla… Otobüs
terminalinde karşıladığım Hüseyin’i resimlerinden bildiğim kadarı ile bulmaya
çalıştım. Şırnak’ta kaç kez ölümle burun buruna geldiğini anlattı çoklukla..
Şükür ki askerliğini sağ salim bitirmiş ve gitmeden evvel kaçırdığı çocukluk
arkadaşı Hatice’sine dönmüştü. Evine gitmeden de Eskişehir’de mola vermiş hem
ailenin yeni mensubu eniştesini hem de birbirlerini çok sevdiklerini bildiğim
ablasını görmek için misafirim olmuştu.
Çalışkandı,
kaderci idi, saygılı idi… Rahmetli babasının ısrarla göndermek istemediği maden
ocağı hem çocuklarının sosyal güvencesi hem düzenli maaş beklentisi hem de her
gün ağırlaşan çiftçilik savaşları için sığınılacak bir liman olmuştu.
Son
dört yılında sayısız iş kazasına şahit olduğunu, iş kazası geçirdiğini “bizim
şartlarımız çok ağır abi, ya çıkarız ya çıkamayız diye giriyoruz yerin altına”
sözleri ile bitirirdi. Bırak gel, Eskişehir’de iş bulalım dediğimizde ise kesin
ve kararlı bir dille “ olmaz burası baba ocağı ,anamdan memleketimden ayrılmam,
ayrılamam “ derdi.
Yanlarında
götürdükleri yemekleri yemek için bohçasını açtığında üzerinde dökülen kömür
parçalarının miktarına göre yemeğe devam edip etmeme kararını verdiklerini,
yoğurtlarının içine düşen simsiyah kömürleri kaşıkla atıp kalanı yoğurdun içine
karıştırmak zorunda olduklarını maden ocağında aç karnına çalışmanın bir başka
zor olduğunu söylerdi..
Ve
, 13 mayıs 2014 .. O günde sıradan bir çalışma günü idi Hüseyin ve arkadaşları
için. Görevlerini de yaptılar, patronlarına istedikleri kömürü ömürlerinin
olduğu tabaklarda verdiler.. Önce kurtuldu denildi , sonrasında sabaha karşı
aynı maden ocağında çalışan bir tanıdığının ifadesi ile poşetlenip gönderildiği
bilgisi geldi. Oysa ilk defa “nerede bu devlet “ sorusunun cevabı bizler ve binlerce
madenci yakını için bu kadar anlamlı olacakken.. Devlet denilen olgu “buradayım
ve her şey kontrolüm altında” demek yerine çaresiz bakışlarla, yönetsel
zafiyetlerle ve ara ara artan tansiyon nöbetleri ile can pazarının kokuşmuş
sebzeleri gibi yer işgal etti.. Sözüm ona kurulmuş olan kriz masasından dışarı
çıkmış olan devlet erkanı , insan olmanın verdiği dürtü ile “üzgün”
olduklarını, niyetlerinin acılara merhem olmak kadar “berrak” olduğunu ama ne
yazıkki hiçbir şeyi bilmediklerini söyleyebildiler. Bu aciziyetin devlet
babanın babalığına yakışmadığını söyledikten
3 dakika sonra bulunduğumuz yere koşar adımlarla gelen polisleri gördük.
Ne yazık değil mi, amacı sadece yakınından bir hayır haber almak olan vatandaşından
korkan devlet babamız vatandaşına işaret parmağını sallayarak konuşan aksi bir
adama dönüvermişti…
Soma’daki
hastanelerin arasında mekik dokuyan yüzlerce gözü yaşlı insan gibi bizde ufacık
da olsa temiz bir bilgi peşinde iken, kesin ama temiz olmayan bir duyum aldık.
Boşuna beklemeyin, Hüseyin’i diğer 4 arkadaşı ile birlikte tek tek ölüm
torbalarına koyup bantlara verdim diyen ustabaşısı tokadın büyüğünü yüzümüze
çarpmıştı. Ama bu kadar bilgi kirliliğinin olduğu, bu kadar yalan haberin
dolandığı, çaresizliğin bir bayrak gibi dalgalandığı bir yerde Hüseyin’in
öldüğü haberide yalandı bizim için. Umut çiçeğimizi suladık bir kere daha siyah
kömür tozu ile…
Sabah
olmak bilmedi, evde gözü yaşlı eşi televizyonda milyon kere dönen aynı
görüntülere bir öncekinden daha dikkatli bakıyordu Hüseyin’i görebilirim ümidi
ile.. Çocuklar ise çoktan uyumuşlardı ve babaları çok para kazanmak için daha
fazla çalışıyordu ve hala gelmemişti onlara göre.. Sabah 07:00 gibi içimiz
acıya acıya kavunları muhafaza etmek için yapılmış olan deponun önüne gittik.
Madenci yakınları kadar ne yaptığını bilmeyen üniformalılar da orada idi.
Yüzünde merhamet olduğunu düşündüğümüz her polise , askere yardım dilenircesine
baktık tüm ana,baba, evlat eş dost gibi… Polislerin kurduğu barikatın 500 metre
aşağısında olduğunu bildiğimiz cenazelerin kimlik belirleme çalışmaları karınca
hızı ile yapılıyor, bir kağıda isimleri yazan polis memuru elinde megafonla ve
kalabalığı peşinden sürükleyerek her seferinde başka bir yerde isimleri
okuyordu. Canının yarısının isminin listeden okunduğunu duyan kadın erkek her
kimse yandım diye bağırıyordu. Büyük bir spor şöleninde dereceye girenlerin
adını ilan edercesine oluşturulan atmosfer garip bir hüzünle sonlanıyordu.
Eşimle defalarca birbirimize şu soruyu sorduk” listede adı olması mı iyi,
olmaması mı?” Gerçi listede adı yazılmayan Hüseyin , listenin yapıldığı yerin
hemen arkasında o kendine has tebessümü ile boylu boyunca yatarmış, sonradan
öğrendik…
Üniformalı
da olsa içinde vicdan taşıyan on kadar polisle konuştuk. Yaşananların canlarını
acıttığı çok net belli olan bir komiser “kimseye belli etmeden yolu takip edin
ve soğuk hava deposuna gidin” dedi. Bir taraftan teşekkür ederken öte yandan
depoya gitmek istemeyen ayaklarımıza söz geçirmeye çalışıyorduk. Deponun
önünde, dışarda barikatlarla engellenen kişi sayısı kadar insanın olduğunu
gördük, şaşırdık.. Biz cenazemiz için geldik dedik daha yeni polis olduğu belli
olan genç arkadaşa.. Böyle olmaz , önce yan bloğa geçip bilgisayardan teşhis
edeceksiniz dedi. Attığımız adımları hızlandırma gayretinin anlamsızlığına
rağmen engelleyemediğimiz bir sonuca ulaşma dürtüsü ile hareket ettik. Yanyana
kurulmuş 5-6 bilgisayarın başında oturan görevliler yavaş yavaş resimleri
oynatıyor, arkasında ise ünlü bir aktristen imza almak için bekleşen hayranlar
gibi izdihama yaratarak yakınının yaşamdan ölüme geçerken yüzüne takındığı son
ifade ile kendisini tanımaya çalışıyorduk. Önümüzden geçen 50-60 ölmüş
madencinin profil resmini izlerken eşim birden işte o diye bağırdı. Resimi geri
açtık, büyüttük, yaklaştırdık, ona çok benziyordu ama emin olamamıştık, zira
Hüseyin’i ilk defa ölmüş görüyorduk. Ondan önce gördüğümüz kimi madenci kömür
siyahı yüzüne korkulu bir bakış eklemiş,kimi madenci gözlerini açıp dünyaya son
bir bakış atmış kimi madenci de canım yanıyor ifadesi ile hoşça kal demiş
dünyaya… Bizimkisi ise -belkide bizim olduğu içindir- gülümsemiş, hatta birisi
ile konuşmuş “artık sen konuş” der gibi dinlemeye geçmiş gibi bakıyordu. Bulduk
dedik, ölmüş dedik.. Şimdi ne yapacağız dedik.
Küçük bir not kağıdına “44” yazdılar ve en baştaki arkadaşa bu kağıdı
onaylatmamızı söylediler. Bir gözü cenaze resimlerinde olan bayan görevli
elindeki kaşe ve otomatiğe bağlamış taziye ifadesi ile hem Hüseyin’in sondan
bir önceki resmi evrağını onayladı hem de başınız sağolsun dedi.. Oradan çıkıp
ambulansların , cenaze arabalarının ve insanların girip çıktığı arı kovanı
misali olan binaya gitmemiz ve cenazemizi oradan almamız gerektiği söylendi.
Gittik, orada bulunup işleri düzene sokmak adına görevli olduklarını
düşündüğümüz masaya elimizdeki kağıdı göstererek ne yapmamız gerektiğini
sorduk. “Otopsisi yapılmış mı “ gibi bir garip soruya verecek cevap bulamadık
ve bilmiyoruz dedik. Zira biz otopsiyi sadece polisiye filmlerinde ve özel
kliniklerde yapılır diye biliyorduk. Birbirinden bağımsız altı kavun deposundan
birinde olabileceği yada halen otopsisinin devam ediyor olabileceğini öğrendik.
Kavun depolarına giremeyeceğimizden otopsi alanına denetimsiz ve kendi başımıza
girebildik. Bunun için sadece bir çadırı kaldırıp altından geçmemiz yetti
zaten. Hiçbir mahremiyeti olmayan, masaların üzerinde yerlerde çırılçıplak ve
üzerleri kömürden kapkara olmuş madenci cesetlerini görünce anladık gariban
kişi cenazelerinin arasında dolaştığımızı… Bir şekilde 6 numaralı kavun
deposunda 44 numaralı cenazenin olduğunu öğrendik. Öğrendik ama bizi otopsi
alanına yönlendiren masa ile 6 numaralı kavun odası arasında 3 kez gidip
geldik. Oda masanın onay vermesini, masa ise odanın cenazeyi bir sıra dahilinde
masanın önüne getirmesi gerektiğini söyleyip bizi ping-pong topu gibi
gezdirdiler. Üniformasının altında vicdan taşıyan bir görevli bize göz kırparak
bu duruma bir son verip bizi Hüseyin’le buluşturacağının sinyalini verdi ama
işin hızlı akması için bizim fotoğraftan teşhis ettiğimiz cenazenin gerçekten
Hüseyin olup olmadığını anlamamız yani o teknik ifade ile “cesetin teşhis”
edilmesini sağlamamız gerekiyordu. Odaya girdik, 44 numaranın fermuarını açtık,
o olmasın diye dua ettiğimiz Hüseyinin gülümseyen yüzünü gördük ve bir kere
daha yandık. Bir iki adım geri çıktıktan sonra yeni bir refleksle görevliye
tekrar ricada bulunduk. Lütfen biraz daha yüzünü açıp başını kaldırırmısınız”…
Sonuç değişmedi … Bu arada çığlık atan eşim bitişik nizam yatan yan taraftaki
meftanın ayağına bastığını söyledi. Bu çok normaldi, zira kavun deposunda
kavunlar gibi istiflenen cenazelerimiz yer altında gördükleri muameleyi
yeryüzünde bulundukları son saatlerde de görüyorlardı. İşte gerçek hayat
standardı dedikleri bu olsa gerek diye düşündük. Cenazemizin savcılık makamının kurduğu
masanın önüne yine bulduğumuz torpillerle getirilmesini bekledik. Hüseyin
geldi, daha önceki cenazelerden akmış olan insan kanlarının bulunduğu bekleme
alanına alındı ve ben savcılık makamına cenazemi teslim almak için başvuruda
bulundum. Evraklar yazıldı,imzalar atıldı. Devletin sağladığı kolaylıklardan
istifade ettik ve cenaze arabası beklemeye koyulduk. Yaşanan izdiham nedeni ile
Hüseyin’i götüreceğimiz güzergaha (Savaştepe yönü) uyan bir başka cenaze ile
birleştirerek yola çıkılabileceğini öğrendik. Hüseyin yerde biz başında göz
yaşları içinde bekleştik. Soma’ya götürülecek olan bir başka maden işçisi ile
aynı arabaya koyduk ve yola çıktık. Hüseyin elimizde dışarıdaki cenaze
arabasına doğru ilerlemeye çalışırken madenden cenaze taşıyan ambulanslara yol
vermek durumunda kaldık. Devlet babamız madenden getirilen cenazelerle evlerine
gidecek cenazeleri , cenazeleri teşhis edecek yakınları aynı kapıdan alacak
kadar kıvrak bir zeka ile konuya odaklandığından kavun deposunun arkasındaki
büyük kapıyı görmemiş muhtemelen.. Ama
yazıktır, devletten de bu kadar şey beklememek lazımdır, ölen neticede bir
garip maden işçisidir… Önemli olan özel yada resmi makamları aklama gayretidir…
Cenaze
arabası ile önlü arkalı ilerlerken , içinden geçmek durumunda olduğumuz Soma’da
yolların kapatılma nedeninin biraz sonra önümüzden yanar söner ışıklarla geçen
başbakanın konvoyunun hızlı ve güvenli geçişi için olduğunu bizzat gördük. Oysa
ne Hüseyin nede içi cayır cayır yanan bizler başbakana değil zarar vermek görmek dahi istemezdik. Hani derler ya ateş
düştüğü yeri yakar diye, ateş düştüğü yeri pişirmişken başbakan kimin umurunda
idi ki..…
Hüseyin,
baba idi, eşti, evlattı, kardeşti, arkadaştı.. Yani geride tüm bu sıfatların
ardına acı da ekledi. Anası evlat acısını yaşarken , yavruları babalarının
acısını o küçük yüreklerinde söndürmeye çalışıyorlardı. Vücudu elverdiği ölçüde tam çalışabildiği bir
ayın sonunda “1.200TL maaş alabiliyorum ama nerde be abi, 26-27 gün
çalışabiliyorum ancak diyordu” Yani bir çoğumuzun koluna takmak için baktığı
saatin bedelini kazanmak için bir ay boyunca yediği yemeğine düşen kömürleri
temizleyerek bir ay çalışıyordu Hüseyin
ve diğerleri.. Ve Hüseyin ve diğerlerinin yediği domateste, biberde ,ekmekte
hep kömür karası idi.Kırmızı, yeşil,
beyaz yoktu onların dünyasında.. Şimdi çocukları kömür karası ekmek
yemek yerine yürek acılı su içecekler belkide bir ömür boyu…
Hüseyin’in
tanıdığım madenci arkadaşlarına sordum, bundan sonra ne yapacaklarını.. Önce
gitmem de girmem de yerin altına dedi Yalçın… Sonra ortamdaki sessizlik içinde
kulağına birşeyler fısıldayan hayatın gerçeklerini dinlemiş olmalı ki,
“gitmesem ne yapacağım mecburum dedi”.. Onlar her sabah simsiyah kefenleri ile
vuruyorlar çekici yerin altındaki lokmalara… Ve ellerinin karası ile getiriyorlar
çocuklarının önüne esmer ekmekleri.. Bir çoğumuzun amelsizlikten şişen
midelerimizi küçültmek için bulduğu çözüm olan esmer ekmekten değil onların
ekmeği…
Dinliyorum,
okuyorum. Devlet babamız iyi yönetemediği krizi, kullanamadığı imkanları bundan
sonra geride kalan ve için için kanayan aileler için seferber edeceğini
söylüyor. Elbette bunlarda önemli ama kendisine para, okul, ev veren kravatlı
amcalar Emirhan ile Sudenaz’a nasıl anlatacaklar Hüseyin’in başına gelenleri ve
ne anlayacaklar o çocuklar babalarının
nerede olduğunu.. Babasını tabutta gören Emirhanın titrediğini elinden
tuttuğumda anladım. Ve titreyerek çıkan “baba kalk bir daha göndermeyeceğim
seni madene” sözleri ile aslında büyüyenin o ,küçülenin bizler olduğumuzu
farkettim.
Ülke
kolay bir badire atlatmadı. Ve biz yanan aileler kadar devlet babanında bu
hadisenin olmasını istemediğini biliyorum. Devlet babaya bakışım yada
kendisinden beklentim siyasi değildi.Zaten sırası da değildi. Ama telefon
operatörlerinin bile ek önlemler aldığı bir ortamda , cenazelerimize ulaşmamızı
kolaylaştıracak yönetsel manevralar bekledim kendisinden. Cenazemle ilerlemeye
çalışırken yolların kapatılmasını değil. Yada bir futbol müsabakası için ,bir
konser için dev ekranlar kuran otoritenin, isimleri okuyan polisine bir
kolaylık yapıp isimleri ekrandan geçirmesini diledim. Ama hadiseyi 1800 lü
yılların sonu ile mukayese eden bir otoritenin konuya çağdaş bakmaması da çok
normal geldi sonradan. O yıllarda da elektronik ekran mı vardı Allah aşkına….
Bundan
sonrası bilindik süreç .. Almanya’da din görevlisi olan ağabeyi gittiği
gurbetten kardeşinin iş çıkışı son duşunu aldırmak cenaze namazını kıldırmak
için koştu geldi. Dünya değiştiren Hüseyin’in kömür
karası ile boyalı tenine yapışan ne varsa temizlendi. Dökülen her su zerresi
gülen yüzüne vurdukça gülümsemesi daha bir belirgin oldu. Bir kürek kömür için
, ömrünü verenlerin arasına katıldı. Mertebesi için şehit dediler, evlatları
için yetim… Benim öz kardeşim bildiğim Hüseyin’in o gülümsemesinin, gideceği
yerin güzelliğinden ötürü olduğunu düşündük, düşündük de rahatladık. Hüseyin’e ölüm yakışmadı belki ama beyaz çok
yakıştı. Kefenler içinde gördüğüm Hüseyin için “kömürde bitti, ömürde”…
Biz
helal ettik haklarımızı da, inşallah seni bu kara dünyada karanlıklar içinde
bırakan bizlere sende helal etmişsindir hakkını.. Işıklar için yat kardeşim…
Rabbim rahmet eylesin sana…
Foto Kaynak: Savaştepe Belediyesi Web Sitesi
http://www.savastepe.bel.tr/index.php?option=com_content&view=frontpage&Itemid=137