18 Mayıs 2014 Pazar

Hüseyin Top

Hüseyin Top - Savaştepe 

Hüseyin Top (Fotoğraf vefatından on gün önce çekilmiştir. Kaynak: Erdinç Ertürk)

Erdinç Ertürk'ün 18.06.2014 tarihli e-postası:
Merhaba,
Yürekleri yakan o vahim kazada (!) bizde canımızdan bir parçayı toprağa verdik. Eşimin kardeşi benimde kendime öz kardeş bildiğim Hüseyin Top iki evladını ve bizleri geride bırakarak hakka yürüdü.
Hüseyin'e ulaşmak için eşimle birlikte verdiğimiz mücadele ve o esnada yapabildiğim gözlemleri biraz da rahatlamak için kaleme aldım. Ekte bilgi amaçlı size de gönderiyorum. Yazı biraz uzun , ama anlatmaya çalıştıklarımın eksiği vardır, mübalağası yoktur.
Kayınbiraderim,kardeşim Hüseyin Top isminin altında bu yazının bulunması site ile birlikte hatıraların canlı kalması bakımından önemli diye düşündük.
Konuya olan duyarlılığınız ve göstereceğiniz ilgi nedeni ile size teşekkür ediyorum.
Erdinç ERTÜRK
Hüseyin'in eniştesi / Eskişehir
Erdinç Ertürk'ün gönderdiği yazı:

İliklere kadar işleyen kuru ayazın el ayak morarttığı 2000 yılının  kasım sabahı tanıştım ilk onunla… Otobüs terminalinde karşıladığım Hüseyin’i resimlerinden bildiğim kadarı ile bulmaya çalıştım. Şırnak’ta kaç kez ölümle burun buruna geldiğini anlattı çoklukla.. Şükür ki askerliğini sağ salim bitirmiş ve gitmeden evvel kaçırdığı çocukluk arkadaşı Hatice’sine dönmüştü. Evine gitmeden de Eskişehir’de mola vermiş hem ailenin yeni mensubu eniştesini hem de birbirlerini çok sevdiklerini bildiğim ablasını görmek için misafirim olmuştu.
Çalışkandı, kaderci idi, saygılı idi… Rahmetli babasının ısrarla göndermek istemediği maden ocağı hem çocuklarının sosyal güvencesi hem düzenli maaş beklentisi hem de her gün ağırlaşan çiftçilik savaşları için sığınılacak bir liman olmuştu.
Son dört yılında sayısız iş kazasına şahit olduğunu, iş kazası geçirdiğini “bizim şartlarımız çok ağır abi, ya çıkarız ya çıkamayız diye giriyoruz yerin altına” sözleri ile bitirirdi. Bırak gel, Eskişehir’de iş bulalım dediğimizde ise kesin ve kararlı bir dille “ olmaz burası baba ocağı ,anamdan memleketimden ayrılmam, ayrılamam “ derdi.
Yanlarında götürdükleri yemekleri yemek için bohçasını açtığında üzerinde dökülen kömür parçalarının miktarına göre yemeğe devam edip etmeme kararını verdiklerini, yoğurtlarının içine düşen simsiyah kömürleri kaşıkla atıp kalanı yoğurdun içine karıştırmak zorunda olduklarını maden ocağında aç karnına çalışmanın bir başka zor olduğunu söylerdi..
Ve , 13 mayıs 2014 .. O günde sıradan bir çalışma günü idi Hüseyin ve arkadaşları için. Görevlerini de yaptılar, patronlarına istedikleri kömürü ömürlerinin olduğu tabaklarda verdiler.. Önce kurtuldu denildi , sonrasında sabaha karşı aynı maden ocağında çalışan bir tanıdığının ifadesi ile poşetlenip gönderildiği bilgisi geldi. Oysa ilk defa “nerede bu devlet “ sorusunun cevabı bizler ve binlerce madenci yakını için bu kadar anlamlı olacakken.. Devlet denilen olgu “buradayım ve her şey kontrolüm altında” demek yerine çaresiz bakışlarla, yönetsel zafiyetlerle ve ara ara artan tansiyon nöbetleri ile can pazarının kokuşmuş sebzeleri gibi yer işgal etti.. Sözüm ona kurulmuş olan kriz masasından dışarı çıkmış olan devlet erkanı , insan olmanın verdiği dürtü ile “üzgün” olduklarını, niyetlerinin acılara merhem olmak kadar “berrak” olduğunu ama ne yazıkki hiçbir şeyi bilmediklerini söyleyebildiler. Bu aciziyetin devlet babanın babalığına yakışmadığını söyledikten  3 dakika sonra bulunduğumuz yere koşar adımlarla gelen polisleri gördük. Ne yazık değil mi, amacı sadece yakınından bir hayır haber almak olan vatandaşından korkan devlet babamız vatandaşına işaret parmağını sallayarak konuşan aksi bir adama dönüvermişti…
Soma’daki hastanelerin arasında mekik dokuyan yüzlerce gözü yaşlı insan gibi bizde ufacık da olsa temiz bir bilgi peşinde iken, kesin ama temiz olmayan bir duyum aldık. Boşuna beklemeyin, Hüseyin’i diğer 4 arkadaşı ile birlikte tek tek ölüm torbalarına koyup bantlara verdim diyen ustabaşısı tokadın büyüğünü yüzümüze çarpmıştı. Ama bu kadar bilgi kirliliğinin olduğu, bu kadar yalan haberin dolandığı, çaresizliğin bir bayrak gibi dalgalandığı bir yerde Hüseyin’in öldüğü haberide yalandı bizim için. Umut çiçeğimizi suladık bir kere daha siyah kömür tozu ile…
Sabah olmak bilmedi, evde gözü yaşlı eşi televizyonda milyon kere dönen aynı görüntülere bir öncekinden daha dikkatli bakıyordu Hüseyin’i görebilirim ümidi ile.. Çocuklar ise çoktan uyumuşlardı ve babaları çok para kazanmak için daha fazla çalışıyordu ve hala gelmemişti onlara göre.. Sabah 07:00 gibi içimiz acıya acıya kavunları muhafaza etmek için yapılmış olan deponun önüne gittik. Madenci yakınları kadar ne yaptığını bilmeyen üniformalılar da orada idi. Yüzünde merhamet olduğunu düşündüğümüz her polise , askere yardım dilenircesine baktık tüm ana,baba, evlat eş dost gibi… Polislerin kurduğu barikatın 500 metre aşağısında olduğunu bildiğimiz cenazelerin kimlik belirleme çalışmaları karınca hızı ile yapılıyor, bir kağıda isimleri yazan polis memuru elinde megafonla ve kalabalığı peşinden sürükleyerek her seferinde başka bir yerde isimleri okuyordu. Canının yarısının isminin listeden okunduğunu duyan kadın erkek her kimse yandım diye bağırıyordu. Büyük bir spor şöleninde dereceye girenlerin adını ilan edercesine oluşturulan atmosfer garip bir hüzünle sonlanıyordu. Eşimle defalarca birbirimize şu soruyu sorduk” listede adı olması mı iyi, olmaması mı?” Gerçi listede adı yazılmayan Hüseyin , listenin yapıldığı yerin hemen arkasında o kendine has tebessümü ile boylu boyunca yatarmış, sonradan öğrendik…
Üniformalı da olsa içinde vicdan taşıyan on kadar polisle konuştuk. Yaşananların canlarını acıttığı çok net belli olan bir komiser “kimseye belli etmeden yolu takip edin ve soğuk hava deposuna gidin” dedi. Bir taraftan teşekkür ederken öte yandan depoya gitmek istemeyen ayaklarımıza söz geçirmeye çalışıyorduk. Deponun önünde, dışarda barikatlarla engellenen kişi sayısı kadar insanın olduğunu gördük, şaşırdık.. Biz cenazemiz için geldik dedik daha yeni polis olduğu belli olan genç arkadaşa.. Böyle olmaz , önce yan bloğa geçip bilgisayardan teşhis edeceksiniz dedi. Attığımız adımları hızlandırma gayretinin anlamsızlığına rağmen engelleyemediğimiz bir sonuca ulaşma dürtüsü ile hareket ettik. Yanyana kurulmuş 5-6 bilgisayarın başında oturan görevliler yavaş yavaş resimleri oynatıyor, arkasında ise ünlü bir aktristen imza almak için bekleşen hayranlar gibi izdihama yaratarak yakınının yaşamdan ölüme geçerken yüzüne takındığı son ifade ile kendisini tanımaya çalışıyorduk. Önümüzden geçen 50-60 ölmüş madencinin profil resmini izlerken eşim birden işte o diye bağırdı. Resimi geri açtık, büyüttük, yaklaştırdık, ona çok benziyordu ama emin olamamıştık, zira Hüseyin’i ilk defa ölmüş görüyorduk. Ondan önce gördüğümüz kimi madenci kömür siyahı yüzüne korkulu bir bakış eklemiş,kimi madenci gözlerini açıp dünyaya son bir bakış atmış kimi madenci de canım yanıyor ifadesi ile hoşça kal demiş dünyaya… Bizimkisi ise -belkide bizim olduğu içindir- gülümsemiş, hatta birisi ile konuşmuş “artık sen konuş” der gibi dinlemeye geçmiş gibi bakıyordu. Bulduk dedik, ölmüş dedik.. Şimdi ne yapacağız dedik.  Küçük bir not kağıdına “44” yazdılar ve en baştaki arkadaşa bu kağıdı onaylatmamızı söylediler. Bir gözü cenaze resimlerinde olan bayan görevli elindeki kaşe ve otomatiğe bağlamış taziye ifadesi ile hem Hüseyin’in sondan bir önceki resmi evrağını onayladı hem de başınız sağolsun dedi.. Oradan çıkıp ambulansların , cenaze arabalarının ve insanların girip çıktığı arı kovanı misali olan binaya gitmemiz ve cenazemizi oradan almamız gerektiği söylendi. Gittik, orada bulunup işleri düzene sokmak adına görevli olduklarını düşündüğümüz masaya elimizdeki kağıdı göstererek ne yapmamız gerektiğini sorduk. “Otopsisi yapılmış mı “ gibi bir garip soruya verecek cevap bulamadık ve bilmiyoruz dedik. Zira biz otopsiyi sadece polisiye filmlerinde ve özel kliniklerde yapılır diye biliyorduk. Birbirinden bağımsız altı kavun deposundan birinde olabileceği yada halen otopsisinin devam ediyor olabileceğini öğrendik. Kavun depolarına giremeyeceğimizden otopsi alanına denetimsiz ve kendi başımıza girebildik. Bunun için sadece bir çadırı kaldırıp altından geçmemiz yetti zaten. Hiçbir mahremiyeti olmayan, masaların üzerinde yerlerde çırılçıplak ve üzerleri kömürden kapkara olmuş madenci cesetlerini görünce anladık gariban kişi cenazelerinin arasında dolaştığımızı… Bir şekilde 6 numaralı kavun deposunda 44 numaralı cenazenin olduğunu öğrendik. Öğrendik ama bizi otopsi alanına yönlendiren masa ile 6 numaralı kavun odası arasında 3 kez gidip geldik. Oda masanın onay vermesini, masa ise odanın cenazeyi bir sıra dahilinde masanın önüne getirmesi gerektiğini söyleyip bizi ping-pong topu gibi gezdirdiler. Üniformasının altında vicdan taşıyan bir görevli bize göz kırparak bu duruma bir son verip bizi Hüseyin’le buluşturacağının sinyalini verdi ama işin hızlı akması için bizim fotoğraftan teşhis ettiğimiz cenazenin gerçekten Hüseyin olup olmadığını anlamamız yani o teknik ifade ile “cesetin teşhis” edilmesini sağlamamız gerekiyordu. Odaya girdik, 44 numaranın fermuarını açtık, o olmasın diye dua ettiğimiz Hüseyinin gülümseyen yüzünü gördük ve bir kere daha yandık. Bir iki adım geri çıktıktan sonra yeni bir refleksle görevliye tekrar ricada bulunduk. Lütfen biraz daha yüzünü açıp başını kaldırırmısınız”… Sonuç değişmedi … Bu arada çığlık atan eşim bitişik nizam yatan yan taraftaki meftanın ayağına bastığını söyledi. Bu çok normaldi, zira kavun deposunda kavunlar gibi istiflenen cenazelerimiz yer altında gördükleri muameleyi yeryüzünde bulundukları son saatlerde de görüyorlardı. İşte gerçek hayat standardı dedikleri bu olsa gerek diye düşündük.  Cenazemizin savcılık makamının kurduğu masanın önüne yine bulduğumuz torpillerle getirilmesini bekledik. Hüseyin geldi, daha önceki cenazelerden akmış olan insan kanlarının bulunduğu bekleme alanına alındı ve ben savcılık makamına cenazemi teslim almak için başvuruda bulundum. Evraklar yazıldı,imzalar atıldı. Devletin sağladığı kolaylıklardan istifade ettik ve cenaze arabası beklemeye koyulduk. Yaşanan izdiham nedeni ile Hüseyin’i götüreceğimiz güzergaha (Savaştepe yönü) uyan bir başka cenaze ile birleştirerek yola çıkılabileceğini öğrendik. Hüseyin yerde biz başında göz yaşları içinde bekleştik. Soma’ya götürülecek olan bir başka maden işçisi ile aynı arabaya koyduk ve yola çıktık. Hüseyin elimizde dışarıdaki cenaze arabasına doğru ilerlemeye çalışırken madenden cenaze taşıyan ambulanslara yol vermek durumunda kaldık. Devlet babamız madenden getirilen cenazelerle evlerine gidecek cenazeleri , cenazeleri teşhis edecek yakınları aynı kapıdan alacak kadar kıvrak bir zeka ile konuya odaklandığından kavun deposunun arkasındaki büyük kapıyı görmemiş muhtemelen..  Ama yazıktır, devletten de bu kadar şey beklememek lazımdır, ölen neticede bir garip maden işçisidir… Önemli olan özel yada resmi makamları aklama gayretidir…
Cenaze arabası ile önlü arkalı ilerlerken , içinden geçmek durumunda olduğumuz Soma’da yolların kapatılma nedeninin biraz sonra önümüzden yanar söner ışıklarla geçen başbakanın konvoyunun hızlı ve güvenli geçişi için olduğunu bizzat gördük. Oysa ne Hüseyin nede içi cayır cayır yanan bizler başbakana değil zarar vermek  görmek dahi istemezdik. Hani derler ya ateş düştüğü yeri yakar diye, ateş düştüğü yeri pişirmişken başbakan kimin umurunda idi ki..…
Hüseyin, baba idi, eşti, evlattı, kardeşti, arkadaştı.. Yani geride tüm bu sıfatların ardına acı da ekledi. Anası evlat acısını yaşarken , yavruları babalarının acısını o küçük yüreklerinde söndürmeye çalışıyorlardı.  Vücudu elverdiği ölçüde tam çalışabildiği bir ayın sonunda “1.200TL maaş alabiliyorum ama nerde be abi, 26-27 gün çalışabiliyorum ancak diyordu” Yani bir çoğumuzun koluna takmak için baktığı saatin bedelini kazanmak için bir ay boyunca yediği yemeğine düşen kömürleri temizleyerek  bir ay çalışıyordu Hüseyin ve diğerleri.. Ve Hüseyin ve diğerlerinin yediği domateste, biberde ,ekmekte hep kömür karası idi.Kırmızı, yeşil,  beyaz yoktu onların dünyasında.. Şimdi çocukları kömür karası ekmek yemek yerine yürek acılı su içecekler belkide bir ömür boyu…
Hüseyin’in tanıdığım madenci arkadaşlarına sordum, bundan sonra ne yapacaklarını.. Önce gitmem de girmem de yerin altına dedi Yalçın… Sonra ortamdaki sessizlik içinde kulağına birşeyler fısıldayan hayatın gerçeklerini dinlemiş olmalı ki, “gitmesem ne yapacağım mecburum dedi”.. Onlar her sabah simsiyah kefenleri ile vuruyorlar çekici yerin altındaki lokmalara… Ve ellerinin karası ile getiriyorlar çocuklarının önüne esmer ekmekleri.. Bir çoğumuzun amelsizlikten şişen midelerimizi küçültmek için bulduğu çözüm olan esmer ekmekten değil onların ekmeği…
Dinliyorum, okuyorum. Devlet babamız iyi yönetemediği krizi, kullanamadığı imkanları bundan sonra geride kalan ve için için kanayan aileler için seferber edeceğini söylüyor. Elbette bunlarda önemli ama kendisine para, okul, ev veren kravatlı amcalar Emirhan ile Sudenaz’a nasıl anlatacaklar Hüseyin’in başına gelenleri ve ne anlayacaklar o  çocuklar babalarının nerede olduğunu.. Babasını tabutta gören Emirhanın titrediğini elinden tuttuğumda anladım. Ve titreyerek çıkan “baba kalk bir daha göndermeyeceğim seni madene” sözleri ile aslında büyüyenin o ,küçülenin bizler olduğumuzu farkettim.
Ülke kolay bir badire atlatmadı. Ve biz yanan aileler kadar devlet babanında bu hadisenin olmasını istemediğini biliyorum. Devlet babaya bakışım yada kendisinden beklentim siyasi değildi.Zaten sırası da değildi. Ama telefon operatörlerinin bile ek önlemler aldığı bir ortamda , cenazelerimize ulaşmamızı kolaylaştıracak yönetsel manevralar bekledim kendisinden. Cenazemle ilerlemeye çalışırken yolların kapatılmasını değil. Yada bir futbol müsabakası için ,bir konser için dev ekranlar kuran otoritenin, isimleri okuyan polisine bir kolaylık yapıp isimleri ekrandan geçirmesini diledim. Ama hadiseyi 1800 lü yılların sonu ile mukayese eden bir otoritenin konuya çağdaş bakmaması da çok normal geldi sonradan. O yıllarda da elektronik ekran mı vardı Allah aşkına….
Bundan sonrası bilindik süreç .. Almanya’da din görevlisi olan ağabeyi gittiği gurbetten kardeşinin iş çıkışı son duşunu aldırmak cenaze namazını kıldırmak için koştu geldi. Dünya değiştiren Hüseyin’in kömür karası ile boyalı tenine yapışan ne varsa temizlendi. Dökülen her su zerresi gülen yüzüne vurdukça gülümsemesi daha bir belirgin oldu. Bir kürek kömür için , ömrünü verenlerin arasına katıldı. Mertebesi için şehit dediler, evlatları için yetim… Benim öz kardeşim bildiğim Hüseyin’in o gülümsemesinin, gideceği yerin güzelliğinden ötürü olduğunu düşündük, düşündük de rahatladık.  Hüseyin’e ölüm yakışmadı belki ama beyaz çok yakıştı. Kefenler içinde gördüğüm Hüseyin için “kömürde bitti, ömürde”…
Biz helal ettik haklarımızı da, inşallah seni bu kara dünyada karanlıklar içinde bırakan bizlere sende helal etmişsindir hakkını.. Işıklar için yat kardeşim… Rabbim rahmet eylesin sana…

Foto Kaynak: Savaştepe Belediyesi Web Sitesi
http://www.savastepe.bel.tr/index.php?option=com_content&view=frontpage&Itemid=137

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder